Yaklaşık iki aydır kadrosuna dahil edildiğim Sailing Times’ta yazı yazıyorum ve kendi adıma hem edebiyata düşkünlüğüm hem de başka bir mesleği ekibimizdeki üstatlardan öğreniyor, kendi kişisel gelişimim adına keyifli bir süreç geçiyorum. Ancak yazı zor bir zanaat. Adil şekilde yazı yazmaya çalışırken bazen kalp kırılıyor bazen iltifat başka yerlere çekiliyor. Ancak tüm yazdıklarımın bir ideolojisi ve tabanı var. Bu yüzden birlikte bir zaman yolculuğuna çıkalım ve hem Türkiye yelken camiasının geçmişine romantik bir yolculuk yapalım, bunun yanında ise benim hayal dünyamın içinde biraz salınalım isterseniz. Çünkü asıl olan da hepimizin hayalleri ortak bir tabanda buluşuyor.
90’LAR
Her jenerasyon eski zamanlarına özenir, eskilerin daha kaliteli olduğuna inanır ve bu devran sonsuza kadar böyle devam edecektir. Ancak şartların çok daha zor olduğu, iletişimin kısıtlı, sosyal medyanın ise olmadığı o yıllardaki dokuyu hatırlamakta fayda var. Benim çocukluğum ve gençliğim Marmaris’te geçti, haliyle ilk yarışlarıma MIYC ile katıldım. 1991 yılında Türkiye’ye yeni taşınmış ve babamın da üye olduğu MIYC’nin Marmaris Yarış Haftası yeni organize ediliyordu ve ben ise babamın teknesi My Mistress‘te runner öğreniyor, yelken yarışçılığını anlamaya çalışıyordum. Şimdi yazacaklarım 8 yaşında bir çocuğun gözlerinden tozpembesi bir dünyayı anlatıyor…
Babam işe giderken ben de marinada vakit geçirebilmek için hevesle onunla marinaya giderdim ve o yıllarda özel güvenlik şirketi ile çalışmayan marina tüm güvenlik personelini sabit tutardı. Bu sayede özgürce marinanın içinde gezer, güvenlik amirinden saklanarak balık yakalar, babamın çalıştığı charter şirketinin küçük botlarından alıp marinanın içinde turlardım. O yıllarda o marina tam anlamıyla benim oyun bahçemdi, aslında güvenlikçi abiler kaç kaç amir geliyor dediğinde aralarında gülüşüyor, benim oltamı hızlıca iskelenin altına bağlayıp kaçışım ile eğleniyorlardı. Her geldiğimde büyük abilerin Timberland ayakkabıları, bellerinde takılı olan çakmak ve bıçakları, lacost yaka tshirtleri ile salınmalarına hayran olur ve onlar gibi giyinmeye çalışırdım. Yarış Haftası geldiğinde ise tüm marina ve etrafı bir şenlik alanına döner, yurt dışı katılımın çok yüksek olduğu bu haftada büyüklerimin yabancılar ile sohbetlerini dinlemek için aralarına sızardım. İnanır mısınız, sanıyorum çok uzun yıllar protesto anım yok, babamın bir protesto duruşmasına girdiğini veya protesto çektiğine hiç şahit olmadım. O yıllarda yarış teknesi pek azdı ve hatırladığım ilk yarışta grubumuzda 3 tekne vardı. My Mistress, Sirena, namıdiğer eskilerin çok iyi bildiği Blue Wind. O yıllarda asimetrik balon yoktu ve yarışırken hem runnerları yönetmek hem de simetrik ile kavança atmak için teknenin üzerinde ecel terleri dökerdik. Ancak orsa pupa yarışı yapıldığında inanılmaz keyifli yarışlar olurdu.
Zaman biraz geçti ve MIYC iyiden iyiye toparlandı, Marmaris Yarış Haftası geleneksel hale geldi ve partilerinde tüm komite ve üyeler kulübün takım elbisesi ile poz verirdi. Oradaki şıklık ve nezaket zihnimin en özel odasında hep durmaktadır. Tabii ki zamanla rekabet arttı, ülkedeki turizmin yapılma şeklinden Avrupalı yarışçıların sayısı çok azaldı ve yerlerini Ruslar aldı. Rusların gelişi ekonomik olarak tabii ki sisteme faydalı oldu ancak sosyal olarak başka zararları da yanında getirdi. Yine de detayına girmeyeceğim ki Kafkasya kökenli bir adam olarak istisnalar dışında zaten Rus hayranı olmam pek mümkün değil maalesef, genetik olarak anti tarafım. Bu yüzden adil olamam.
Yıllar su gibi akıp 2009-2010 yıllarına geldiğinde özel merakım ve coğrafi olarak değişiklik isteğim beni Bodrum sularına attı beni. Artık kendi işini yapan ve babamdan aldığım eğitimlerden sonra yelken öğretmeye başlamış bir gençtim. Ankaralı kursiyer ve dostlarım ile BAYK’ın düzenlediği hiç bir yarışı kaçırmıyor ve o yıllarda özellikle filonun üstatlarının Bodrum’da toparlanması bize inanılmaz keyif veriyordu. Orhan Tüker, Mickey Levent ( lakabına bayıldığım için böyle yazıyorum aslında Levent Özonur), Serhat Altay, Tolga Yağlı, Selim Kakış, Targan Hazarhun gibi bizim büyüğümüz usta isimler o dönemin iddialı tekneleri ile kıran kırana yarışlara sebebiyet veriyordu. Ben ve optimistten çocukluk arkadaşım Emre Kalaycıoğlu aynı gruplarda olmasak da birbirimiz ile iddialaşıyor, sohbetlerde üstatların yanından ayrılmıyor ve kendimizi geliştirmenin en verimli yıllarını yaşıyorduk. Ömer Karacalar kulübün başkanıydı ve kulübe verdiği katkı ve gelişim bugün onun hala efsane başkan olarak anılmasının sebebidir. Bir dönem baş hakemlik yapan bizim büyüklerimizin büyüğü usta yarışçı Nihat Yenel namıdiğer Kaz Nihat inanılmaz parkurlar atıyor ve komik tarzı, rahatlığı ve iş birliği ile kimseyi dinlemeden yönetimini yapıyordu. Kendi gözlerim onun bir gün 0 knot havada orsa şamandırası attığına ve biz şaşkınca bu havada nasıl parkur kuruyor diye bakarken rüzgarın yarım saat sonra tam orsa şamandırasından geldiğine şahit olmuştu.
Bodrum’da Famous Cup adı altında bir yaz yarışı yapılırdı ve yanılmıyorsam 3 kez yapıldı, ben hepsine katılma şansı buldum. Bu yarışta ülkenin ünlü oyuncu ve şarkıcıları davet edilir her tekneye bir ünlü dağıtılırdı. Benim sevgili Billur Kalkavan ile tanışmam da bu yarışa denk gelir ve samimi kişiliği düşük egosu ile arkadaşlığımız rahmetli olana kadar sürmüştü. Buradan da ruhu şad olsun diyelim. Bu yarışa kimler gelmedi ki! Kenan İmirzalıoğlu’ndan Ozan Güven’ine, Erkan Can’ından Yonca Evcimik’ine kadar kimler kimler. Peki ne oldu da bu anlattıklarımdan sonra böyle bir ayrışma, yozlaşma ve daha kaba tartışmaya açık hale geldik? Ne oldu da Sadun Boro’nun kupa verdiği günlerden, ünlülerin konuk olduğu yarışlardan ve o eski adabımuaşeretten bugün her yarış bağır çağır protestolaştığımız, küfürleştiğimiz, küstüğümüz ve ayrıştığımız bir döneme geldik. Sebeplerini yazmayacağım bu yazıda, sadece birlikte hayal kuralım ki sebepler kendilerini anlayarak bize benzesin.
CAMİANIN BİR BİREYİ OLARAK SADECE HAYAL KURUYORUM
Camiada bir ayrışma olduğu kesin, huzursuz ve biraz daha gergin yılların içindeyiz. Tabii ki bunun tek sebebi biz değiliz. Dünya da çirkin bir yere evrilmekte ve avamlığın popüler olduğu yılların içinde nüfusumuz azalarak harmanlanmaktayız. Allah aşkına bir düşünsenize dünyanın süper güçlerini yöneten adamları, bir de bundan 20-30 sene öncesine bakın, Bu yüzden yelken camiasına değil her lafım, her anlamda yozlaşıyor ve zor bir dönemden geçiyoruz. Ancak yelken camiası dünyanın her yerinde bambaşkadır. Rekabet olacaktır tabii ki, bu gelişimin bir parçasıdır. Ancak biz yarışçılar olarak rekabeti parkurda değil masada halletmeye başladık. Kulüplerimiz eskisinden daha çok tartışmaya, yarışlarını çakıştırmaya ve aralarında büyük bir rekabet ile yarış kalitesi dışında her konuda yarışmaya başladı. Bu yüzden gelişimin önü tıkanıyor ve aslında gelişen filoda sosyal olarak bir geriye gitme hakimiyeti oluşmaya başlıyor.
DÜŞLERE DÜŞÜNCE
Hayal kurduğumda ve uzun yolda ufukta düşlere düştüğümde kalben hepsine çok bağlı olduğum yelken kulüplerinin birlikte yarış organize ettiği, katılımın 20-30 değil 100-150 tekne olduğu, dileyen herkesin dilediği sistemde yarışabileceği, büyük organizasyonlar hayal ediyorum, en azından yılda bir. Yarışları çakıştırmamak için her kulübün yüksek çabasını görmeyi arzu ediyorum mesela! Yıllardır geleneksel hale gelmiş ve üniversiteli yelkenciler için sandığımızdan daha önemli bir hal alan Campus Cup ile hiçbir yarış çakışmamalı mesela.
Optimist sporcusu olmayan veya kendi yarış takımı olmayan kulüpler kalmamasını hayal ediyorum, hatta ben bir kulübün yönetiminde olsam ki bu uzak hayal, kulübe bir tekne alıp lokal gelir düzeyi düşük ailelerin çocuklarından bir yarış takımı kurmayı hayal ediyorum. Polyannacılık demeyin teknenin adını Polyana koyun, ulaşılamayacak bir hayal değil ki! Bir kulüp kasasında biriken para ile tekne almayı hayal etmeli, dingy almayı hayal etmeli veya kendisine bir kulüp binası almayı da hayal edebilir. Ancak bu hayallerin dışında kasada biriken paranın kimseye hiç bir faydası yok.
Türkiye turu rekorunun tanıtımın çok iyi yapılıp uluslararası yarışçıların bu rekora davet edilmesini hayal ediyorum mesela! Ne kadar zor olabilir, düşünsenize bugün herkesin hayran olduğu yaşlı kurt Jean Lee Clam gelse ve Türkiye turu rekor parkurunun rekorunu kırarak bir mihenk taşı olsa ve biz onu geçmeye çalışarak daha büyük organizasyonlar, daha büyük sponsorluklar ve tekneler bulmaya çalışsak, harika olmaz mıydı! Biz kardeşim ile ilk rekor denememizi bitirdikten sonra egale edilen parkur rekoru 13 günden 10 güne indi bile, ancak benim yazın eğitime gelen ve camiamıza özenen amatör denizci adaylarımız hala rekorun sahibini kardeşim ve ben sanıyor. Çünkü reklamı yapılmıyor ve ben tüm süreci anlatıp federasyonun sayfasını açarak birçok insana eventin devamını anlatmaya çalışıyorum. Benim bireysel çabam ile olacak işler değil ancak sadece Türkiye turu rekoru ile ilgili bir yazı yazacağım. Çünkü bu aslında her ne kadar uyku dönemine hızlı geçmiş bir organizasyon olsa da ülkemizin en önemli organizasyonlarından ve ilkelerinden bir tanesi. Bana değil, organizasyona sahip çıkılmaması beni derinden yaralıyor.
Kardeşim Tolga Gökova ile birlikte hayal kurarken ikimizin de foilli bir tekne alma hayalinden laf lafı açtı ve Tolga dedi ki abi dünya değişiyor, adamlar 60 günde dünyanın çevresini dönüyor ve biz hala oldukça yavaş tekneler ile yarışıyor ve birbirimizi yiyoruz. İki foil sınıfı ile anlaşılsa, şu doğaya uygunluğuna bak Marmaris Körfezi’nde dalga da yok, foil yarışı yapılsa, kıyıdan halk da izlese, dronlar uçsa, sunucular anlatsa, harika olmaz mıydı? Olurdu elbet, ne kadar zor olabilir ki?
Şehr-i İstanbul! Sizce hak etmiyor mu o boğaz bir tp52 sınıfının bir ayağını! Bir rc44 şampiyonasının bir ayağını. Kıyıya kıyısı olmayan İsviçre Americas Cup’ta yarışabilirken sizce her yanı deniz olan bu harikalar diyarı memleket hak etmiyor mu dünyaca meşhur yarışların bir ayağını! Sevgili Ethem Dirvana ne kadar çabaladı ülkede foil sınıfını ve hızlı katamaranları anlatmayı. Kendi çabaları ile yurt dışı yarışlarına gidiyor, x-treme sınıfında ülkeyi temsil ediyor, bu yarışların bir ayağı Türkiye’de düzenleniyor ancak bilmiyorum var mı Federasyonda birçok gövdeli komitesi ve ülkenin bu konuda ilk öncüsü Ethem Dirvana davet edildi mi hiç?
Bilmiyorum farkında mısınız ama dünyanın en meşhur yarışlarından Sdney Hobart 600 mil, Deniz Kuvvetleri Kupası 600 mil. Hak etmiyor mu bu yarış Agean 600’de yarışan Volvo 70’leri, maxi katamaranları! Atina’nın başarıp İstanbul’un başaramamasını nasıl sindirebilir ki bir cemiyet?
Bu örnekleri artırabilirim, inanın çok daha büyük hayaller kurabilirim. Biz kardeşim ile Turkcell Platinum sponsorluğunda ilk Duo Türkiye turu rekorunu yaparken kimse bu eventin bu kadar bile ses getireceğine inanmıyordu. Tolga ile benim nezdimde ses de getirmedi, neler olurdu neler! Bu eventi daha büyük kitlelere yaymak için müsaade bile istedik aslında, bırakın görevi aynı hayalde bile buluşamadık. Çünkü hayali anlatan, onlardan değildi…
Biz ise onlar ve bunları hala öğrenememiştik, biz kelimesini çok daha büyük sanan küçük Polyannalar, büyükhayallere dalan denizcilerdik sadece. Ufka bakıp hayaller kurmayı unutmuşlardı. Çünkü hiç bir zaman bir yekenin uzantısında soğuk bir gelcoat’a değil, penceresi körfeze bakan deri koltuklara oturmuşlardı.
HİÇMİ İYİ BİR ŞEY OLMUYOR?
Olmaz olur mu? Filo olarak geriye gitmiyoruz o kadar da değil. Bugün artık uluslararası yarışlarda Türk ekipleri boy göstermeye başladı ve Proveza ekibi tamamen Super Series’e konsantre iken Arkas yarış takımı ise ülkemize uluslararası başarı getiriyor. Filoda bir gençleşme var, centre board sınıflarında başarılı olan gençler bugün artık yat sınıfında hem rekabeti yükseltiyor hem de gelir elde edebiliyor. Olimpiyatlara giden sporcu sayımız artıyor, bu sporcular da yat camiasında daha fazla yer buluyor. Sporculuk zaten belli branşlar dışında para kazanılması zor bir meslektir, bireysel branşlardan gelip yat sektöründe para kazanmaya gayret eden her sporcumuzun desteklenmesi gerekiyor. Özellikle profesyonel sporculuktan gelen gençlere başka çareler üretilmesi gerekiyor.
Her birey gibi benim de camia içinde küslüklerim kırgınlıklarım az da olsa var ama bu yazı yazarken beni hiç ama hiç etkilemiyor. Rakibime geçiliyorum, o gün onu yazıyorum rakibimi geçiyorum o gün kendi kısmımı kısa tutuyorum. Bir hakemi eleştiriyorum, başka bir ayak aynı hakemi övüyorum, çünkü o ayak harika bir iş çıkarıyor. Bir kulübe iltifat ediyorum, o hafta başka bir kulübü eleştiriyorum, çünkü organizasyonda eksikler görüyorum. Ancak bir sonraki ayak düzelmeye şahit oluyor, onu takdir ediyor. Kafalar allak bullak oluyor tabii… Bu adam hangi kulübün adamı? Bu adam kimlerden? Cevap, hiçbirisi.
Çocukluğumun geçtiği büyüdüğüm kentin kulübü MIYC’a üye değilim. Yaşadığım kentin kulübü ve gelecekte faydalı olmak istediğim BAYK’a üyeyim. Ankara Yelken Kulübü’ne gönül bağım var, yıllardır üyesiyim. Buradan duyurmuş olayım, TAYK’ın Deniz Kuvvetleri Kupası yarışının da 2025’te resmi sesiyim. Şimdi bu yazdıklarımın hiçbirisi ne bağlı bulunduğum ne de gönül bağım olan hiçbir kulübü övmem veya eleştirmemem anlamına gelmiyor. Ben kulüpler birliğini savunan, birlik beraberliğe inanan naçizane bir denizciyim. Bu yüzden hayallerim de büyük, inançlarım da, ümidim de! Hem ülkem hem de camiam için. Neresinde ne işe yararsam varım, bugün yazı yazar, yarın sunuculuk yaparım, günü gelir bir kulübün bahçesinde yelken taşırım.
Bodrum’da 70 tekne start aldığımız kış trofesini özlüyorum. Marmaris’te daha dingin ve kaliteli yılları özlüyorum diye hayalperest olmam, aslında realistik olurum. Çünkü evrim ileriye doğru gitmektir. Bu ileriye doğru evrilmenin de bir parçasıdır. ORC ve IRC, doğru yönetilir, doğru uygulanır ve küslük ile değil birleşme ile olursa. Ötekileştirme ve taraflaştırma ülkemizde son 20 yıldır yaşadığımız sosyal çöküşün bizim camiamıza değil her camiaya bulaşmasının eseridir. Buna direnmek Polyannacılık ise varsın öyle olalım. Ancak su gibi akan zaman kavgacıların değil sabırlıların lehine işlemiştir her zaman. Plastik bir kupa için ne dostumu üzerim, ne kendimin üzülmesine müsaade ederim. Keyifli bir yarışta kaybettiğim gün bile ne keyifliydi der, rakibimi alkışlamaya o partiye giderim. Türkiye Turu rekorunu tamamladıktan sonra tam bir ay hasta olmuştum, gözlerime bulaşan enfeksiyon onları açılamaz hale getirmiş, yarım saatte bir damla damlatarak görüşümü sağlamaya çalışıyordum. Bu sırada bizden 15 gün sonra rekoruna başlayan Tolga Pamir ve Sevda parkuru bizden hızlı bitirmiş bunun için de benim kupayı teslim etmem gerekiyordu. Uçak fobim olduğundan atladım Renault Twingo arabama ve gözlerime damla sıka sıka 2 günde indim İskenderun’a, kupamı teslim ettim, tebriklerimi ilettim ve ben bunu yaptıktan sonra bir daha kimsenin bunu yaptığına şahit olmadım. Bu yüzden ben yazı yazarken hiç kendinize sormayın bu adam kimin adamı diye, o güçte ne bir kurum ne de bir otorite var. İnandığım doğruda işe yarayabileceğim her yerde varım ben, her zaman da sadece tek şartım var söylediklerime kimsenin müdahale etmesini istemem. İşe yarayacaksa hepimizin başarısı olur, yanacaksak bir tek ben yanarım.
MEDYASIZ KALDIK
Yelken yarışçılığının sosyal medya ve yazılı basında tuttuğu yer çok minör ve yeni bilişim çağında önce kağıt gazeteler sonrasında ise dergiler oldukça büyük yara aldı. Bu maalesef sosyal evrimin getirdiği yönetilemez bir gerçek ayak uydurmaktan başka da çaresi yok. Bugün sosyal medyada içerik üreten bir yelkencinin bir hikayesi ya da postunun görüntülenmesi bir çok derginin aylık tirajından yüksek. Bu yüzden bu evrime ayak uydurmak yaşanılan bilişim çağının mecburi bir yansıması. Nostalji aşığı, hala çağı yakalamakta güçlük çeken bir adam olarak istemeyerek da olsa ben bu sosyal evrime ayak uydurmaya çalışıyorum açıkçası.
Gazetecilik kendi içinde oldukça fazla zorluğu olan bir meslek, ben bir gazeteci değilim. Haliyle kendi branşın da yazı yazan bir köşe yazarıyım. Ancak içinde bulunduğunuz branş ile ilgili tutumunuz ve etki alanınız güçlendikçe bu aynı zamanda dışarıdan ama içeriden bir göz niteliği taşıyor ve benim yazdığım yazıların hayal dünyama bir gün ulaşmak için minör gözüken ama majör bir atılım olduğunun bilincinde elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, üstatlardan öğrenerek kendimi geliştirmeye gayret ediyorum.
Bu yüzden hep birlikte nereden geldiğimizi, nereye varacağımızı ve nereye varmamız gerektiğini birlikte irdelemek, birlik olmak, egoları ve sosyal ilişkilerimizdeki tatsızlıkları bir kenara bırakarak camiamıza sarılmamız gerektiğine olan inancım günden güne artıyor. Bu anlamda özellikle gençlere düşen yük, hikayelerin aslında içinde yaşadığımız tarihin yazılıyor hali olduğunu anlamaları gerekiyor.
Anlatmaya çalıştım, bilmiyorum ne kadarı anlaşılıyor ama Sailing Times ilke olarak şeffaf, tarafsız şekilde doğru kadrolar ile anlatmaya devam edecek. Bana verilen görev ne ise elimden gelenin en iyisini yapmaya çaba göstereceğim, artık camianın gençlerinden değilim maalesef, eskilerin elinde büyümüş, yeniler ile zaman geçiren tam ortada, çok şanslı görüyorum kendimi. Bu yüzden ne kendinize sorun bu adam kimden diye, ne de bana. Dediğim gibi, hayallerimi ve anlatmak istediklerimi yönlendirebilecek hiç bir şahıs, kurum yok ama bir gün kurulursa bir birlik kurumu işte o zaman olabilir. Birlik olmayı öğrenene kadar kusuruma bakmayın, kalemin bazen ucu bazen silgisi herkese dönebilir.
Küslüklerin az olduğu, dertlerin çözüme ulaştığı, adil, mutlu günlere dönmek ümidimiz ile.
Yüzünüzden yel, teninizden tuz eksik olmasın.