Sovyetler zamanı doğup büyüyen bir kız çocuğu olarak spor hayatımın her anında vardı. Annem Sibiryalı olduğundan buz pateni, kayak, snowboard gibi kış sporlarına ilgim özellikle yüksekti. Ancak yelken sporu ve tekneler benim için roketle uzaya çıkmakla aynı anlama geliyordu… Ulaşılmaz, ultra lüks, çok pahalı bir zengin sporu olarak daha çok erkeklere uygun olduğunu düşünürdüm.
Ancak Oğuz Ayan ile tanıştığım zaman durumun gerçekte böyle olmadığını anladım. Yelken camiasına girdiğim ilk andan itibaren insanların ne kadar cana yakın, yardımsever ve açık olduklarına şaşırmıştım. “Yelkenci” denilen ve yelkenle, denizle, doğa ile uğraşan insanların; gerçekten de düşünce tarzlarının ve olaylara bakış açılarının ne kadar farklı olduğuna inanamamıştım.
O zamanlar denizle tecrübem vapurla karşıdan karşıya geçmekten ibaretti. Bu yüzden ufak tekneyle denize ilk çıkış deneyimimi asla unutmayacağım. Çünkü deniz biraz dalgalıydı ve suya düşeceğim korkusuyla iki elimle tekneye tutunuyor, ayaklarımla da dengemi sağlamaya çalışıyordum. Kalbim de heyecandan küt küt atıyordu. Halimi gören Oğuz kahkaha atarak “Kızım ne yapıyorsun?” diye sordu. “Tutunuyorum” dedim. Şimdi o anı hatırladıkça gerçekten de gülesim geliyor. Nereden nereye…
Oğuz o zamanlar daha Fenerbahçe Kulübü’nde çalışıyor ve kurumsal bir ekibe koçluk yapıyordu. Onlarla beraber ara sıra antrenmanlara çıkıyor, yaptıklarını izliyordum. Zaman geçtikçe denize çıkmaktan keyif aldığımı fark ettim. Yelkendeki bazı temel kuralları öğrendikçe korkularım da kayboldu, kendime güvenim arttı. Bendeki bu değişimi ve hevesi gören Oğuz, “Aşşa Yarışı” sonrası Bodrum’dan İstanbul’a dönmesi gereken bir tekneyi beraber getirmeyi teklif etti. Bu benim için çok büyük bir adımdı. Çünkü daha önce hiç böyle uzun süre seyir deneyimim olmamıştı ve beni denizin tutup tutmadığını bile bilmiyordum. Ancak tabii ki de böyle heyecan dolu bir macera fırsatını asla geri çeviremezdim! Planımız basitti; fenalaşırsam beni ilk durağımız olan Çeşme Marina’da indirecekti, olmazsa Çanakkale’ye kadar beraber gidecek ve orada vedalaşacaktık, baktık iyiyim İstanbul’a kadar beraber yolumuza devam edecektik.
Ben tecrübesiz bir “Miço” olduğumdan Oğuz yanına ona yardımcı olacak daha deneyimli biri olan Doğacan Özdemir’i da aldı. Benim kafamdaki transfer hayalimde;elimde kitapla bolca güneşlenme, mis gibi serpme kahvaltı ve yemekler, yelken ve dümen tutma eğitimi gibi bolca keyifli anlardan oluşan bir tekne tatili vardı. Ben bunları düşünürken Oğuz ve Doğacan bana bakıp kıkır kıkır gülerek, marketteki alışveriş sepetini türlü türlü hazır sandviçlerle doldurmakla meşguldü.
Ancak “acemi şansı” denilen bir şey oldu ve Çanakkale Boğazı çıkışına kadar tekne transferimiz gerçekten de hayal ettiğim tatil gibi sorunsuz geçti. Fournie Kanalı’nı geçerken bile deniz çarşaf gibiydi. Çok mutluydum. Ama her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi Marmara Denizi’ne girdiğimizde durum tamamen değişti. Sakin, sıcak ve güneşli bir havada seyrederken aniden gökyüzü kapkara bulutlarla kaplanmaya başladı. Oğuz bizi hemen can yeleklerimizi giymemiz konusunda uyardı. Birkaç dakika içinde gerçekten korkunç bir fırtınaya girdik. Kuvvetli rüzgarla oluşan dalgalardan tekne sağdan sola yatmaya başladı. Teknenin içinde mide bulantısı oluşmadan durmak imkansız hale geldi. Bu yetmezmiş gibi göz gözü görmeyen sağanak yağmur ile beraber yumurta büyüklüğünde dolu yağmaya da başladı. Hava buz kesti. Islandığım için de çok üşüdüğümü hissettim. Dişlerim birbirine vuruyordu ve bunu durduramıyordum. O sıra arkamızdan gelen bir teknenin direğinin kırıldığını haber aldık. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum, evde beni bekleyen oğlum Batu’yu düşündüm ve içimi korku sardı.
Oğuz bizim için sığınacak bir yer bulma çabasındaydı. İki seçeneğimiz vardı ya Marmara Adası’na gidecektik ya da Şarköy’deki küçük balıkçı marinasına sığınacaktık. Şarköy’e doğru gitmeye karar verdik. Böyle korkunç fırtınada tam beş saat geçirdikten sonra marinaya sağ salim vardık. Geceyi orada geçirip fırtınanın dinmesini bekledik. Sabah olduğunda hava düzeldi ve yolumuza devam ettik. Ancak denizde bizi bekleyen tehlikeden habersizdik.
İstanbul’da 27 Temmuz 2017 afeti yaşanırken biz denizdeydik! Yaklaşık 20 dakikada fırtına ve dolu ile birlikte 30-40 kilogram arasında yağışın oluştuğunu ve yüzlerce evin hasar alıp su altında kaldığını, sayısızca ağacın devrilip denize düştüğünü öğrendik sonradan. (kaynakça tr.m.wikipedia.org “27 temmuz yağmur felaketi”). Marmara Denizi’nde Kalamış Marina’ya doğru seyrederken şansımıza yanımızdan yaklaşık 3 metre uzunluğunda fırtınada köküyle sökülüp denize düşen bir ağacın geçtiğini görünce hepimizin nefesi bir an sanki kesildi. Doğacan hemen teknenin burnuna fırladı. Etrafımıza dikkatlice baktığımızda tüm deniz üstünü farklı farklı cisimler kapladığını gördük. O andan itibaren Doğacan’la burundan hiç ayrılmadık ve marinaya ulaşana kadar labirent misali sürekli manevra yaparak denizdeki engellere çarpmamak için gözlerimizle etrafı taradık.
Nihayet evdeydik. Gerçekten de çok yorgundum ama çok daha fazla bir şekilde mutlu hissediyordum. Çünkü yaşadığım şeyler gerçekten de mutlu sonla biten muhteşem bir macera ve deneyimdi benim için. Denize daha da fazla aşık olmuştum. Doğa ve denizle şaka olmayacağını bizzat kendim deneyimledim. İşte tam da o anda; benden de bir yelkenci olabileceği fikrini ufak ufak düşünmeye ve yelkene merhaba demezamanının geldiğini hissetmeye başladım.